Prof. Dr. Yalçın Sarıkaya: Türk kuşağı kaçınılmaz olarak barış ve refah ekseni oluşturacak

Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yalçın Sarıkaya Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında Türkiye Türk dünyası ilişkilerini Kırım Haber Ajansına değerlendirdi.

Haber Giriş Tarihi: 31.10.2023 18:19
Haber Güncellenme Tarihi: 31.10.2023 18:19
https://www.qha.com.tr/

Mustafa Koçyegit/QHA Ankara

Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılı tüm Türk dünyasında coşkusuyla kutlanıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm şehirlerinde tertip edilen kutlama programlarının yanında başta bağımsız Türk devletleri olmak üzere Türk dünyasının farklı bölgelerinde çeşitli etkinlikler düzenlendi. Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yalçın Sarıkaya, cumhuriyetin Türk milleti için taşıdığı anlamı ve cumhuriyetin ilanından günümüze Türk devletinin Türk dünyası politikalarını Kırım Haber Ajansına (QHA) değerlendirdi.

İlk olarak genel bir soruyla başlayacak olursak; malumunuz Cumhuriyet’imiz vatanımızın işgal edilmesi sonrasında milletimizin büyük fedakârlık ve kahramanlık destanıyla verdiği Millî Mücadele üzerine bina edilerek bugünlere geldi. Nitekim milletçe ve devletçe o günlerden güzümüze kadar birçok badireler atlattık. Bu geçen 100 yıla bütüncül olarak baktığımızda; Cumhuriyet’in kazanımları ve modern Türkiye’nin inşası bağlamında, “Türk evlatları, bunu hiçbir zaman unutmamalı ve yeniden hatırlamalı” diyebileceğiz en önemli husus nedir?

Güzel ama güzel olduğu kadar da zor bir soru. Çünkü geçtiğimiz yüzyıl içerisinde Türkiye Cumhuriyeti, bir devletin yaşayabileceği türlü tecrübeler yaşadı. Bunlar, meşakkatleri de içeriyor, coşkuları, kazanımları ve başarıları da içeriyor. Demokrasi serüveni; demokrasiye çeşitli müdahaleler, millet devlet arasında ilişkilerde ortaya çıkan bazı problemler, bunların inşası, tamiri gibi hususlardan tutun da en son yaşadığımız deprem felaketi ve orada gösterilen millî dayanışmaya kadar pek çok şey ifade edilebilir. Ama benim açımdan sorunun başlangıcında ifade edilen husus cevabı da içeriyor. Millî Mücadele’nin bizatihi kendisi ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün eşsiz yeri bu cumhuriyetin inşasında ve önderliği son derece önemli. Ben şunu Türk evlatlarının hiçbir zaman unutulmamasını isterim; eğer Türkiye bugün etrafındaki devletlerle kıyaslandığında çok daha iyi bir yerde ise bunu Cumhuriyet’in temellerine ve kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e borçludur. Bunun hiçbir zaman unutulmaması gerekir.

"TÜRKİYE BUGÜN BİZİM AÇIMIZDAN GURUR VERİCİ BİR NOKTADA İSE, BUNU ATATÜRK'E BORÇLUDUR"

Peki, bu unutmamaktan kasıt nedir? Bir kere o meşakkatin, o zahmetin hatırlanması icap ediyor. Ben Türk dış politikası dersleri anlatıyorum veya eğitim faaliyeti dışında Türk dış politikasının çeşitli yönleriyle ilgili akademik çalışmalarımız var. Cumhuriyet'in ilk dönem dış politikasının idaresiyle ilgili hususlar da bizim konularımız içerisindedir ve Dışişleri Bakanlığının, 1920 yılındaki Millet Meclisinin hangi şartlar içerisinde bulunulduğunu okuyabileceğimiz birçok nokta var. Dışişleri Bakanlığı iki katlı bir evde idare edilmeye başlandı. Gençler Abdülhak Akşin’in hatıralarından okur, bakarlarsa göreceklerdir. Makam aracı, bir atlı araba; işlerle ilgilenebilecek bir memur vardır. Mum ışığında, gaz lambası ışığında çalışılan bir dönem. Muhatapları da çok güçlü iken; onları egemen ve eşit statüye maruz ve muhatap bırakmak bile başlı başına bir iş iken, bu bölgenin en önemli devleti yeniden inşa edilmiştir. ‘Osmanlı Devleti vardı, güçlüydü. Sanki cumhuriyetin ilânı Türk milletinin devletler tarihinde olmamış bir şey midir ki bunu söylüyorsun’ diye zihni öyle çalışan insanlar olabilir. Ama şu görülmelidir ki, böyle düşünenler Osmanlı’nın özellikle son iki yüzyıllık tarihini iyi bilmedikleri için öyle söylüyorlar. Dolayısıyla bugün eğer Türkiye bütün komşularıyla mukayese edildiğinde; buna bir Batılı devlet olan ve AB üyesi olan Yunanistan’ı veya Bulgaristan'ı, kendisi bir ideolojik devlet olarak 1979'dan beri varlık sürdüren ve onun da geçmişinde devletler tarihi mirası bulunan İran İslam Cumhuriyeti'ni de dahil etseniz, güneydeki bugün parçalı yapılarıyla ve dış devletlerin başka kuvvetlerin ordularının bulunması münasebetiyle varlık sorunu yaşayan Suriye ve Irak gibi örnekleri de dahil etseniz, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti ile iyi ilişkiler içinde olan ancak bugün mevcut rejimi, uluslararası tanınırlık sorunu yaşayan Afganistan'ı da dahil etseniz ve bu silsileyi Çin'e kadar da batıda merkezî Avrupa devletlerine kadar da uzatsanız eğer devletimiz ve ülkemiz bugün bizim açımızdan gurur verici bir noktada ise, bunları Atatürk'e borçlu olduğumuzun her zaman hatırlanması gerekir.

Cumhuriyet’imizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyetin ilk yıllarında; “Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır. Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını beklemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” diyerek Cumhuriyet’imizin Türk dünyasına bakışını ortaya koymuştu. Sonuçta tarih Atatürk’ü haklı çıkardı. SSCB dağıldı ve Türkiye’nin doğusunda 5 bağımsız Türk devleti doğdu. Bugünden geriye baktığımızda geçen 32 yılın muhasebesini yaparsak, Türkiye’nin Türk dünyasına yönelik politikalarını nasıl değerlendirirsiniz?

Otuz iki yıl dersek eksik söylemiş oluruz. Bu, sadece Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında bağımsızlığını elde eden bugünkü Türk devletlerinin bağımsızlık tarihlerini milat kabul etmek olur. Elbette o kısmına geleceğim ama onun öncesinde Türk dünyasının buradan ibaret olmadığını da hatırlamak icap ediyor. Bu neden önemli? Çünkü cumhuriyetin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu topraklar da cumhuriyetin sınırları dışında kalmıştı ve onunla birlikte bu mücadelenin içine girmiş pek çok askerin, bürokratın, münevverin de doğduğu topraklar cumhuriyetin sınırları dışında kalmıştı. Dolayısıyla onların zihninde her zaman Türkiye dışındaki Türk varlığı vardı. Sorunuzda bahsettiğiniz konuşma Atatürk'ün Ziraat Bankası binasında verilmiş bir Cumhuriyet sene-i devriyesi resepsiyonu ardından yaptığı bir konuşmadır. Elbette ki, Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı dönemi zor bir dönemdi. Buna literatürde iki savaş arası dönem diyoruz. O dönemde İtalya'da, İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da ve Sovyetler Birliği'nde farklı tür ve boyutlarda yeni bir gerilim mayalanması vardı. Atatürk ise dış politika anlayışında tam bağımsızlığı, egemen eşitliği önceleyen, prensip olarak barışçıl dış politika takip eden ve bölgesel iş birliklerine önem veren bir liderdi. Bölgesel iş birlikleri de o günün konjonktürü içerisinde son derece önemliydi. Nitekim hem Balkanlar'da hem de Türkiye'nin doğusunda İran'la, Afganistan'la, Pakistan'la ilişkiler, güneydeki Irak'la, Suriye'yle ilişkiler bütün bunları gösteriyor. Elbette Arap coğrafyasıyla münasebette Atatürk de dahil olmak üzere cumhuriyetin kurucu kadrosu, bizatihi askerî görevle oralarda bulunmuş oldukları ve sıkıntıları bildikleri için kılı kırk yarıyordu. Ortadoğu coğrafyası ve Arap memleketleri ile ilişkilere belirli bir mesafeyi gözetiyor, dikkat ediyorlardı ancak asla düşmanca bir tavır içerisinde olmuyorlardı. Tarihte Araplar, Türklerin ötekisi gibi olmamıştır; Cumhuriyet de böyle bakmadı. Ancak Arapların istemesi durumunda onlara insanî, ekonomik yardım göstermek gibi hususiyetler daha sonraki 60'lı, 70'li yıllarda da kendisini göstermişti. Bununla birlikte, dünyanın içinde bulunduğu uluslararası sistem özellikleri nedeniyle iki savaş arası dönem netameli bir dönemdir ve dış politikanın dikkatle sürdürülmesi gereken bir dönemdir. O dikkat gösterilmiştir ve oradan Türk boğazlarının statüsünün Türkiye'nin menfaatine düzenlenmesi ve Hatay'ın anavatana katılması gibi iki büyük başarılar elde edilmiştir. Ki, Hatay'ın ötesi; Halep de Türk toprağı idi ancak sınırlar içerisinde kalmamıştı. Atatürk Türkiye'nin güney sınırları için Misak-ı Millî’yi işaret ederek ‘bizim cenup hududumuz veya hukukumuz şarka doğru Halep'i de alarak ilerler, oradan Rakka'ya mülaki olur, oradan Irak'a devam eder’ diyordu. Demek ki, zihninde Türkiye'nin güneyinde sınırlarının dışında kalmış Türk varlığı diye bir mesele vardı. Misak-ı Millî’in içerisindeki vatan toprakları diye bir mesele vardı. Muhakkak ki, kendi doğduğu topraklar ve cumhuriyetin kurucu kadrosu içinde epeyce bir ismin yaşadığı, vazife yaptığı, savaştığı, mücadele ettiği; Batı Trakya başta olmak üzere, Selanik dahil olmak üzere Avrupa kısmındaki topraklarla ilgili de düşünceleri vardı. Ancak bunların birer birer gerçekleştirilmesine ömrü vefa etmedi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşasaydı belki başka bir dünya olabilirdi. Yani Atatürk öyle bir liderdi.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünya yeniden kurulduğunda da Türkiye, dış Türkler meselesiyle zaman zaman karşılaşmıştır. Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs meselesi, Batı Trakya'daki Türk azınlığı gibi meseleler, Cumhuriyet'in bilhassa 1950’li ve 1960’lı yıllarında Türkiye dışındaki Türk varlığı meselesini hem devletin masasına hem de toplumun, kamuoyunun zihninde bir mesele haline getirmiştir. Bunun için Türkiye Cumhuriyeti devleti bir şey yapmadı, bir gelişme olmadı demek büyük haksızlık olur. Ancak tabii stratejide kuvvet, mekân ve zaman ilişkisi son derece önemlidir. Yapılabilecek olan vardır, yapılamayacak olan vardır. Muhakkak eksikleri de içerir. Ancak gayret sarf edilmiştir.

"CUMHURİYET SSCB SINIRI İÇİNDE KALAN TÜRKLERE İLGİ DUYMUŞTUR"

Türk dünyasının çok önemli bir parçası elbette sadece Sovyet zamanında değil, 19. yüzyıldan itibaren Moskova merkezli Rus hâkimiyet sahası içerisinde kalmıştır. Bunun dışında İran Türkleri gibi, Doğu Türkistan Türkleri gibi Türk varlığı da mevcudiyetini sürdürmüş ancak onlarda başka devletlerin hakimiyeti altında kalmıştır. Sorunuza cevap verebilmemiz için Sovyetler Birliği'yle ilgili boyuttan ilerlememiz lazım. Sovyetler Birliği dahilinde kalan Türk topluluklarıyla, Türk milletinin oradaki parçalarıyla ilgili Atatürk'ün bizatihi -Anıtkabir Komutanlığı yayınladı- okuduğu kitaplar serisi, altını çizdiği cümleler ve ilgi gösterdiği konular; hepsi mevcut, internetten indirip okunabilir durumda. Orada çok net görüyoruz. Atatürk başta olmak üzere cumhuriyeti kuran irade, Sovyetler Birliği sınırları içerisindeki Türklerin tarihine de o gününe de geleceğine de ilgi duymuştur. Dil Kurumu'nun kurulması, Türk Tarih Kurumu'nun kurulması, dil çalışmaları, tarih çalışmaları ve kültür politikaları bize bunu göstermektedir. Cumhuriyetle birlikte Türk tarihinin yeniden yazılması icap etmiştir. Tarih yazımı ilmi ölçülerle ve millî bir perspektifle yapılmaya gayret edilmiştir.

Pek çok sembol ve hadise vardır. İstanbul'un işgalcilerden teslim alınması için Yusuf Akçura'nın gönderilmesi son derece önemlidir. Fahrettin Paşa'ya Altay soyadının verilmesi son derece önemli bir semboldür. Bütün bu açılardan düşündüğümüzde Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Sovyet ilişkilerine bakış açısı bu şekildeydi. Ancak elbette Sovyetler Birliği kendi siyasal dünyası içerisinde bir emperyal hanedan devletin yıkılmasıyla ortaya çıkmıştı. Bolşeviklerin yaptığı devrim bu mirası aynı şekilde sürdürmek istemediklerini ortaya koydu. Elviye-i Selâse’nin Türkiye'ye verilmesi, İran'la yapılan savaşlar sonrasında imzalanan anlaşmalardan kaynaklanan birtakım menfaatlerinden feragat etmeleri ve Troçki'nin gizli anlaşmaları ifşa etmesi gibi hususlar bunu ortaya koyuyor. Millî Mücadele'de de o günün şartlarında iyi bir ilişki tesis edilmişti.

Fakat Sovyet talepleri, İkinci Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında yaşananlar Türkiye'yi bir başka tercih yapmak zorunda bırakmıştır. İki kutuplu dönemde de Türkiye, NATO üyesi olarak Sovyetler Birliği'yle hem bir mücadele içindedir hem de zaman zaman iş birliği içindedir. 1950’li, 60'lı, 70'li yıllardaki gelişmeler bunu ortaya koymaktadır. Fakat Sovyetler Birliği politikalarının icbarıyla Türk Cumhuriyetleri ile veya özerk statüde olan, Cumhuriyet altı statüde olan topluluklarla doğrudan ilişki kurulamamıştır. Çoğu zaman bu ilişkiler kültürel seviyede ve Sovyetler'in müsaade ettiği ölçüde gerçekleşebilmiştir. Buna mukabil Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa'da, Latin Amerika'da ve Güney Asya'da olduğu gibi Türkiye'de de kendi nüfuzunu, etkisini artırmaya matuf çeşitli bir kısmı silahlı faaliyetleri ve istihbari faaliyetleri de içeren faaliyetlere girmiştir.  İşte o dönem özellikle 60'lardan sonra 70'lerde Türkiye'de kendisini daha fazla göstermiştir.

SOVYET YAYILMACILIĞINA KARŞI TEPKİNİN BAYRAKTARLIĞINI TÜRK MİLLİYETÇİLERİ YAPMIŞTIR

Türkiye'de de bir Sovyet yayılmacılığına karşı ya da Sovyet benzeri bir yönetim değişikliği meydana getirme arzusuna karşı milletin bağrından tepki çıkmış ve yükselmiştir. Özellikle bu, büyük ölçüde Türk milliyetçilerinin faaliyetleriyle öne alınabilmiş bir husustur. Atatürk'ün Ziraat Bankasında yaptığı konuşmanın bir benzerini de Milliyetçi Hareket Partisinin kurucu lideri olan Alparslan Türkeş, NATO ile ilgili söylemiştir. Bunlar çok dikkat çekmeyen hususlar ancak okunmasını tavsiye ederim. Mesela onun Temel Görüşler eserinde NATO'yla ilgili hususlarda -ki, kendisi ABD'de de görev yapmış bir Türk subaydı ve Türk Silahlı Kuvvetleri de bir NATO müttefiki orduydu- NATO'nun bizim için o konjonktürde gerekli olduğunu ancak bunun ilanihaye devam edemeyebileceğini, NATO'yla ilgili hususların değişmez, dönüşmez olmadığını, yarın başka şartlar ortaya çıkabileceğini 1970'li yıllarda belirtmişti. Kendisi Sovyetler Birliği'nin dağılacağını da en sık ifade eden liderdi. O da gerçekleşmiştir, bu da gerçekleşmiştir. 1991’de Sovyetler’in dağılmasından sonra ittifakın büyük ortağı Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye'ye dönük, özellikle Irak ve terörle mücadele konusunda izlediği siyaset ve bugün Türk-Amerikan ilişkilerinde derin bir kriz olarak önümüze gelen siyaset bunun göstergesidir. Türk dünyası dediğimizde bunun içerisinde Irak Türkmenleri de var ama Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak politikasında Irak Türkmenleri yok. Irak politikasında Erbil'deki Kürdistan Bölgesel Yönetimi öncelikli konumda. Bugün Suriye'de YPG ve SDG öncelikli bir Suriye politikası yürütüyor. Ama biz NATO müttefikiyiz. Bu tarihsel uzun görüşlü bakış açısı, bir silsile olarak da Türk devletinde varlığını sürdürmüştür.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Türk dünyası, Türk dış politikası çalışmalarında genellikle Orta Asya ve Kafkasya gibi renksiz ve coğrafyadan hareket edilerek verilmiş bir terminoloji ile kavramsallaştırma ile öğretildi. Orta Asya'ya Türkistan denilmesi bile birkaç yıllık mesele durumundadır. Fakat tabii bu yeni coğrafyaya ilgi oluştu ve arttı. Türk dış politikasıyla ve uluslararası ilişkilerle ilgilenen Türk yazarlarının bir kısmı, çalışmalarında Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki jargonu kullanıyordu. Literatürdeki görüş, Türkiye’yi Orta Asya ve Kafkasya'da bir başka gücün tek başına dominasyonunu engelleyecek ve Batı'nın bu bölgeye nüfuzunu kolaylaştıracak bir aktör olarak görüyordu. Bu anlayış 2000’li yıllara kadar bu şekilde devam etti. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki, İngiltere'deki, hatta doğuda Kore’de, Japonya'da, Çin'deki yayınlara takip ettiğinizde bu algının varlığı görülebilir. Türkiye öncülüğünde yek vücut, dünya olaylarına benzer tepki veren bir Türk dünyası çok da arzu edilen bir şey değildi. Üzücü olan şu, Türkiye tarafında da bunun uzun süre bunun gerçekleşemeyeceği inancı vardı. Hatta bunun üzerinde enerji sarf edilmesi de başka sakıncalar da yol açar algısı vardı. Tabii bunda kullanılan argümanlar da var. Mesela bugünlerde sevinerek şahit olduğumuz Karabağ'ın düşman işgalinden kurtulması meselesi. 1990’lı yılların başında adeta Türkiye'nin hemen doğu sınırlarında elini ayağını bağlayan bir kördüğüm gibiydi. ‘Efendim, sizin sınırlarınız işte Kars'tan sonra başlıyor. Siz nereye gideceksiniz? Orada şu var, bu var, şunlar var, bunlar var, işte Çin var, Rusya var, Amerika var’ gibi argümanlarla Türk dünyası meselesiyle ilgili sessizlik söz konusuydu.

TERÖRLE MÜCADELE TÜRK DÜNYASINA AÇILMAYI GECİKTİRDİ

Başka faktörler de var. Mesela Türkiye, ilk eylemleri 1984 olmakla birlikte özellikle 90'lı yıllarda ağır bir terör gündemiyle meşguldü. Türkiye ilgisini ve kaynağını terörle mücadeleye ayırmak zorundaydı. O dönem hem Balkanlardaki Türklerin ve Türklerle akraba olan diğer toplulukların sıkıntılarının had safhada olduğu, Kuzey Kafkasya'da Çeçenistan, Dağıstan, İnguşetya gibi bölgeler, Güney Kafkasya'da Abhazya, Osetya ve Karabağ meselesi, Türkistan'da Tacikistan iç savaşı ve sınır meseleleri gibi pek çok problemin olduğu ve bir anlamda 90’lı yılların siyasal jeopolitik denkleminin şekillendiği bir dönemdi. Hem terörle mücadele edeceksiniz hem çok iyi olmayan bir ekonomi var hem içerde bir takım bitmemiş tartışmalar var... Bir taraftan da Türk dünyasıyla ilgilenmeniz gerekiyor. O şartlar içinde hiçbir şey yapılmamış değildi pek çok şey yapıldı. Mesela Türk dünyasından öğrencilerin Türkiye'ye gelişi bile büyük bir adımdı. Bir kültürel toplantı şeklinde cereyan eden TÜDEV öncülüğünde yapılan Türk kurultayları da önemliydi. Türkiye'ye Gagavuz Yeri’nden, Özbekistan’dan Azerbaycan’dan heyetler geliyor; Türkiye’den bu ülkelere heyetler gidiyor, yapılan ziyaretlerde çeşitli seviyeden bakanlar katılıyordu. O günün şartlarında yapılabilecekler de sınırlıydı ancak buna rağmen büyük mesafe alındığını düşünüyorum.

"GELECEĞİN TÜRK DÜNYASINDA OLDUĞUNU GÖRÜYORUM"

Ben geçtiğimiz 32 yıla baktığımda ve bugün geldiğimiz noktayı değerlendirdiğimde muazzam gelişme olduğunu düşünüyorum. Bu otuz iki yılın son yıllarına baktığımızda bunun daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum. Nahçıvan’da kurulmuş olan Türk Keneşi, geçtiğimiz iki yıl içerisinde çok büyük ivme kazandı. 1990'ların başında yapılan toplantıların atmosferi; kamera önünde bir araya gelen liderler, örs ve çekiçle demir dövme etkinlikler ancak ardından liderlerin Rusça konuşmaları şeklinde geçmektedi. Gerçekten bu konuda çok büyük ilerleme kaydedildi. Bugün bu devletlerin başkanları; Kasım Cömert Tokayev, Şevket Mirziyoyev ve İlham Aliyev Türkçe konuşuyorlar. Bundan memnuniyet duyuyorlar ve bunu da birbirlerine ifade ediyorlar. Bunların son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Türk dünyası ülkeleri yeni iş birliği alanları arıyorlar. Kırık dökük başlayan yatırım serüvenleri; Anadolu'dan çeşitli yatırımcı kuruluşların oralara gidip inşaattan tekstile, turizmden restorana kadar çeşitli sektörlerde yaptıkları yatırımlar bugün hala yeterli olmasa da önemli rakamlara ulaştı. Türk ihracatının, ithalatın, dış ticaretin içinde Türk devletleriyle yapılan rakam toplam içerisinde hala potansiyelin çok gerisinde olmasına karşın mesela Türkiye'deki dış yatırım şirketleri içerisinde Türk dünyası devletlerinden yatırımcıların sayısının arttığını görüyoruz. Mesela çok dikkate değer bir husus, Azerbaycan'ın Türkiye'deki yatırımlarının Türkiye'nin Azerbaycan'daki yatırımlarını aştığını görüyoruz. Bu devletlerin birbirleri ile bazı sorunlarını Türk Devletleri Teşkilatı zemininde konuşabildiğini görüyoruz. Üçüncü ülkelerle ilgili konuları aynı dille konuşmaya başladıklarını görüyoruz. Aynı siyasal çıkış noktalarından hareketle benzer ifadelerle konuşmaya başladıklarını görüyoruz. Otuz iki yıl insan hayatında uzun bir süre ama devletlerin hayatında çok kısa bir süre. Bu açıdan ben son derece ümitvar ve geleceğin o coğrafyada olduğuna inanıyorum. Sadece inanmıyorum, bunu görüyorum. Dünyanın iktisadî kalbinin doğuya kaymış olması, o bölgedeki istikrarın dünyanın geleceği açısından önemli hale gelmiş olması ve güneyin, kuzeyin istikrarsızlıkları nedeniyle Türk kuşağının kaçınılmaz olarak bir barış ve refah ekseni oluşturacağına inanıyorum.