Anadolu Türkçesi
Annem, Ayirgul köyünde doğdu. Babamın babası Acı Ablakim (Türkiye’deki kullanımı: Hacı Abdülhakim) efendiydi. Hacılıktan sonra Markur köyüne yerleşti, evlendi. Babam 1900 yılında Markur köyünde dünyaya geldi ve Zincirli medresesini bitirdi. Okumuş, bir kaç dil ki bunlardan biri de Fransızcaydı. 1929 yılında Babam Bahçesaray’da annemle evlendi. Ben 1930 yılında bu şehirde doğdum. Çocukluktan babamın Fransızca konuşmalarını işitip, onun ders kitaplarından faydalanarak, Fransızca öğrendim. Okulda resim dersini bir ressam, Kırım Tatarcayı su gibi bilen Konstantin Yanovskiy veriyordu. 1959 yılında ilk defa Kırım’a geldiğimde Yanovskiy hocam Çorabatır’ı yırlıyordu. Kırım Tatar dilinin katı şekilde yasak olduğu bir zamanda o kokrmadan bizim dilimizde konuştu, sürgünlükte yaşayan Bahçesaraylı öğrenciler ve tanıdıklarıyla mektuplaştı. Hocam bana Kırım manzaralarına, doğasına olan sevgiyi aşılanyan kişidir.
İkinci Dünya Savaşı hatıraları aklımdan hiç çıkmaz. Şehrin merkezinde darağacına asılan insanlar, şehri basan faşistler…
1944 yılı Nisan ayında bütün erkekleri toplayıp aldılar. Babamı da alıp gittiler. Annem ve biz üç çocuk kaldık. 18 Mayıs günü tan vaktinde tatlı uykumuzdan uyandırdılar. Şaştık, şaşa kaldık. Ben anneme yardım ettim, şudur-budur almaya… Meşin çantacığım vardı. Ailemizin kıymetli eşyaları, yani gelinlik fesi, kuşağı, nişandan kalma altın saati, yüzüğü ve elvanları, paralarımız bu çantada saklanıyordu. Çantacığı elime aldığımda evimizin içinde bizi çıkartmaya çalışan tüfekli askerlerden biri boynumda asılı olan çantayı çekip aldı. Eğer çantamı alabilseydim, beki iki kardeşim sürgünde açlıktan ölmezlerdi… Ama askerler bize hiç bir şey aldırmadılar, kıymetli eşyalarımızı çaldılar. Evimizden kovup çıkardılar, en son evimizin avlusuna baktım. Süren istasyonunda (İstasyonun adı: Süren) bizi bindirip götürdüler Ural’a. Barakalara yerleştirdiler. Ben çalıştım, ormanda ağaç kestim, annem evde kardeşlerime baktı. Çalışanlara 200 gram ekmek veriyorlardı. Bizi sürgün ettikleri yerde yaşayanların hepsi bizim gibi sürgün edilenlerdi. Çok uğraştık. Özbekistan’a düşenlerin hali bizimkine göre iyiydi, böyle işitiyorduk ve orada yaşayan halkımıza kavuşmayı istiyorduk… Ama isteğin kimseyi ilgilendirmiyordu. Oradan yakın akrabaların çağrı gelmesi gerekliydi. Neyse, 1945 yılının Ocak ayında bize davetname geldi. Komutanımız (Sürgün edildikleri yerde) zararsız bir adamdı, ailemize at tarafından çekilen kızak verdi, onunla gittik. Yarı yolda atımız yıkıldı, gitmiyor, ağzından kan geliyordu. Hayvan aç. Arabacı bunu görüp ağlıyor. Kardeşlerimi arabacıya bırakıp, annemle ikimiz yardım bulmaya gittik. Orman için de gidiyoruz, etrafta aç kurtlar uluyor. Gide gide kocaman bir barakaya gelip vardık. İçinde pek çok adam, ortada soba yanıyor, sıcak. Barakadaki tez gidip, arabacıyı, atı, kardeşlerimi alıp geldiler, bizi ekmek ve çayla doyurdular. Sabah tan doğduğunda yine yola çıktık. Bir hata yürüyüp Yoşkar-Ola şehrine geldik. Gündüz yürüyoruz, geceleri ise konaklamaya bir yer arıyoruz. Her hangi bir köyde yardım edenler rast geliyordu. Garda bir trene bindik, sonra tren değiştire değiştire gittik. Garrlar adam dolu. Bir türlü meşaketlerle Taşkent’e geldik ama bizim menzilimiz üç teyzemin yaşadığı Namangan vilayetinin Çuşt kasabası… Ama bir kuruşumuz yok. Geldik ama teyzelerimizin kendileri zil-zurna açlar, yarı çıplaklar. Ne yemek var, ne de giysileri. Neyse, biz kapı-penceresiz bir küçük eve yerleştik. Annem bir yerden saman bulup getirdi. Minderiniz saman, bir yorgan altında dört kişi yatıyoruz. Açız, bir yudum kaynayan su olsa diye hayal ediyoruz. Annem hiç çaresini bulamadığından babamdan kalan tek hatıra, saatini bir pideye değiştirip geldi.
Ben babamı aradım, pek çok yerlere mektuplar yazdım. Açlıktan hali çok fenalaşan Aliye kardeşim dua ediyor, “Babacığımı daha bir kerecik görsem de, sonra ölsem razıyım” diye. Allah kabul etti duasını, babamdan mektup geldi. Ben babama başımıza gelenleri “Bizim seyahatımız” başlığıyla 6 sayfalık bir mektuba yazıp, cevapladım. 1946 yılında Nedim adındaki oğlan kardeşim öldü. Annem kendisi varıp gömdü, mezarlığa. Babam onu görmeye yetişemedi. O (babam), 1947 yılının Mart ayında gelebildi, Aliye kardeşimi kucağına alıp, nasıl kurtaracağını bilmeden ağladı. Babam işe girdikten sonra yaşantımız biraz rahatladı.
Bahçesaray’ın çok özlüyorduk. Şehrim rüyalarıma girdi, daima göz önümde durdu. 1959 yılı babam kendi öğrencileriyle Moskavaya sergiye yollanarak mükafatlandırıldı. Babam beni de ynaına aldı. Moskova’yı gezdik, baktık ama aklım Kırım’da. Babamla arzumu paylaştım. O, bana Akmescit’e bilet alıp verdi ve ben gittim. Doğduğum sokakları gezdim, doya doya nefes aldım, doyamadım. Evimizin yanına geldim. Yeni sahipleri namuslu kişilerdi, içeri davet ettiler. Misafir ettiler, evimizde geceledim ve babama telgraf yolladım: “Evimizde geceledim”, diye… Ev sahipleriyle dost olduk.
1962 yılı kocamla Kırım’a yakın olan Novorossiyk şehrine göç ettik. 1989 yılı Bahçesaray’a geldi ve hükûmetten evimizi değil de, bir parça toprak talep ettik. Kaldırımlarda durduk, zorluklar çektik. Aldık bir çatı altı. Yani ev kurduk. Annem de geldi şehre. Çocuklarımla torunlarımla öz vatanımda yaşıyorum.
Bütün sürgün hikayelerine buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.